“Tablanın sehpasını o kadar olmaz bir itina ile yerleştirirdi ki… İki ayak,kaldırımın kenarında,önceki tek ayak caddenin üzerinde dururdu. Kaldırımla yol arasında kalan sel suları, istediği kadar delice aksın, kabil değil sehpanın tek ayaklarına gelemezdi,kışın bile… Tam beş sene bu simitçi tablasını hep aynı yerde gördüm. Ayakların durduğu taşlar bile işlerine alışmıştılar, üstleri kaydırmayacak bir hal almıştı. Tablanın sahibi simitçi bilmem belki de altmışlık bir adamdı. Çini mavisi gözleri, yumuşacık yüzünün üstündeki ipek göz kapaklarının arasından bana beş sene, her sabah , acayip baktı. Bu gözlerin manasını her gün geçerken anlamaya çalışırdım. Alay mı? Ama neye? Korku mu? Yakalığımdan,boyun bağımdan,elbisemden yadırganır gibi bir hali vardı. Mevkilerimiz,işlerimiz,yaşlarımız arasındaki ademler boyuuzaklıklar beni ona ne gösterdi? İşte züppe herif yine geçiyor mu derdi? Bugün esvabını değiştirmiş der miydi? Neyin nesiyim,kimim? Ne iş yaparım,ne alır ne satarım?”
Fahri Celâl Göktulga-Simit
(Türk Dil Kurumu Yayınları)
Not: Yukarıda okuduklarınız hikayenin tamamı değildir.